Bir siyasal hareket, sol-sosyalist olduğu için, per se (kendiliğinden/doğal olarak) antisemitizmden münezzeh ve muaf olmuyor. Yakın geçmiş bize ekonomi, siyaset, ideoloji, kültür, gündelik hayat vb. her alanda tezahür edebilen ve eden antisemitik tutum ve anlayışların, sadece eğitim düzeyi görece düşük, geniş halk kitlelerini değil, sol-sosyalist hareketleri de pekâlâ etkileyebilme kabiliyeti olduğunu gösteriyor
Meriç Gök
“Antisemitizm bir Yahudi sorunu değil, bizim bir sorunumuzdur.”
Jean-Paul Sartre
Sartre’ın 1945’te kaleme aldığı ve henüz Fransızların Holokost’taki pay ve sorumluluğunun hararetle tartışıldığı bir dönemde (1946) yayımlanan ve onun antihümanist, anarşist-özgürlükçü metinleri arasında yer alan “Antisemitin Portresi” altbaşlıklı “Yahudi Sorunu Üzerine Düşünceler” adlı yapıtı antisemit’in tanımıyla başlar:
“Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da kendi özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanları sorumlu tutar, bu kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları kimi ekonomik ve sosyal görevlerin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da büsbütün yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe “görüşler” beslediği söylenir.”
Sartre, hemen ardından bu kavramı, onu nitelendirmeyen özelliklerle, olumsuzlamalarla, ex negativo tanımlar: o, bir görüş değildir; o, bir deneyim değildir ve o, tarihsel gerçeklere dayanmaz. “Antisemitizmin” insanları yok etmeyi amaçladığı ve tartışmalarda ele alınabilecek bir değeri ifade etmediği için bir “görüş” sayılamayacağını, fakat her şeyden önce onun bir nefret duygusu, bir tutku olduğunu vurgular.
İsrail’e Hamas militanlarınca 7 Ekim’de düzenlenen ve 1945’ten bu yana gerçekleşen en büyük Yahudi katliamının ardından İsrail’in tümüyle Hamas’ın kontrolündeki Gazze’ye yönelik saldırıları, tüm dünyada olduğu gibi bizde de İslamcı çevrelerin özünde antisemit olan İsrail ve Yahudi karşıtı gösteri ve eylemlerine yol açtı. Hatta Atatürk Havaalanı’nda devletin tüm imkânları kullanılarak toplanan yüz binlerce insandan oluşan antisemit bir topluluğa Erdoğan, yer yer Filistinli şairlerin dizeleriyle süslenmiş olan bir konuşma metniyle seslendi. Bunlar normal, sağdan geliyor; avukatların kullanmayı sevdikleri bir klişenin tersi ifadeyle “hayatın olağan akışına uygun” olduğu söylenebilir.
Peki, antisemitizmin tınıları sol entelektüel, kişi ve çevrelerden gelmez mi? İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılar tüm dünyada ve bizde sol çevreler tarafından da protesto edilip kınanıyor. Ancak bu protestolarda da hayli antisemit bir ton görülmektedir. Sözgelimi Fridays for futur’un sözcüleri tarafından sağcı örgütlerden pek farkı olmayan bir retorikle İsrail karşıtlığı yapılmakta; İsrail’in sömürgeci, Hamas’ın ise özgürleştirici olduğu savunulmaktadır. Aralarında vaktiyle antisemitik yönü tartışılan BDS (İsrail’e karşı Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi, ve Yaptırımlar) hareketine verdiği destek nedeniyle Almanya’da da protesto edilen Judit Butler’in de olduğu bilim insanlarının imzaladıkları açık mektuplarda, İsrail’in Gazze halkına karşı “soykırım” uyguladığı belirtilerek Yahudi soykırımı göreceleştirilebiliyor ve bu sırada Avrupa’da, Yahudilerin yaşadığı binaların kapıları yine Davut yıldızıyla işaretleniyor.
Solun antisemit olması, netameli olduğu kadar tartışmalı da bir konudur; zira tahakküm, ayrımcılık ve ırkçılığı eleştirmek zaten solun temel değerleri sayıldığı için çoğunlukla solun antisemit olamayacağı düşünülür. Ancak tarihsel örnekler bir yana, İsrail silahlı güçlerinin Gazze’ye yönelik saldırıları sonucu binlerce sivilin yaşamını yitirmesi üzerine İsrail’in devlet olarak varlığının sadece köktendinci İslamcılar tarafından değil, anti-amerikan, antisiyonist argümanlarla takviye edilerek bazı sol çevrelerce de tartışılıp sorgulanabildiği görülüyor.
Çoğunlukla “Yahudileri”, sermayenin ve egemen sınıfın temsilcileri olarak nitelendiren solun kimi öncüleri, dolaylı veya örtük bir biçimde antisemitizm yaparken kimi zaman onda açıkça antikapitalist bir öz de görüyor; August Bebel’e atfedilen sözle “aptal adamın sosyalizminden başka bir şey değil” denilerek yoksul halk kitlelerinin “para babası” veya “bezirgân” Yahudi’ye yönelik nefret duygusunda “devrimci” bir potansiyel olduğu varsayılıyor. Altı Gün Savaşı’ndan (1967) sonra sol çevrelerde görülen antisemitizme çalan bir havadan açıkça rahatsızlık duyan Jean Amery, 25 Temmuz 1969 tarihli haftalık Die Zeit’ta yayımlanan “Onurlu antisemitizm” başlıklı makalesinde İsrail ve siyonizm karşıtlığının “bulutun içindeki fırtına gibi” antisemitizm içerdiği uyarısını yaptıktan sonra “antisemit gerici masanın, barikatlarla ittifak doğaya, ruha aykırı bir günahtır” diyordu.
Yahudilere yönelik düşmanlık, Hıristiyan Avrupa’sında yüz yıllar öncesine uzanan derin köklere sahip olmakla birlikte onun, Sartre’ın yazının başında sözünü ettiğimiz şekliyle bir ideolojinin parçası olması 19. yüzyılın bir ürünüdür. Bu yüzyıldan itibaren antisemitizmin, işçilerin ve yoksul halk kesimleri arasında yayılmasının esas nedeni artık dinsel inanç ve önyargılar olmayıp Osman Kavala’nın, Birikim dergisinde yayımlanan “Irkçılık ve antisemitizmin evrimi” başlıklı yazısında belirttiği gibi “kapitalizmin yarattığı ekonomik adaletsizliğin, ayrımcılık ve kısıtlamalardan dolayı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olamayıp, ticaret ve finansman alanlarında faaliyet göster[mek zorunda kalan] Yahudiler”in günah keçisi yapılmış olmasıdır. Kavala bu bağlamda Adorno ve Horkheimer’in ortak yapıtı Aydınlanmanın Diyalektiği’nden aktarma yaparak devam ediyor: “Kapitalist varoluş biçimlerini ülkeden ülkeye taşıdılar ve bu varoluşun acısını çeken herkesin nefretini üzerlerine çektiler. (…) Yahudiler kapitalizm yüzünden alt sınıfa düşen zanaatkârların ve köylülerin gözüne batan çöp parçası gibidir.” Evet, Adorno doğru söylüyor: Kapitalist üretim sürecinde değer yaratılması, kapitalist sömürünün gerçek kaynağı olarak kavranmadığında, sömürünün nedenlerinin yalnızca metaların dolaşımında yattığı varsayılarak, kapitalizme yönelmesi gereken kitlesel öfke, ağırlıklı olarak metaların dolaşımıyla bağlantılı olanlara yönelmiştir.
Nazi egemenliği boyunca ülkesinden ayrılmayan yazarlardan olan Hans Fallada, Berlin’de 1900’lerde Doğu Avrupa’dan göç eden Yahudilerin yaşadığı ve vaktiyle çoğunlukla tahıl ambarları bulunduğu için “Ambarlar Mahallesi” (“Scheunenviertel”) denilen Berlin’in varoş semtine dair bir çocukluk anısında, sokaklarda dolaşarak ellerindeki eski elbiseleri satan, Doğu Avrupalı ve Ortodoks Yahudiler arasında yaygın olan kaftan giyen ve bu nedenle Almanların antisemitik bir dil kullanımıyla “Kaftan Yahudisi” dediği sokak satıcılarını anlatır: “Uzun, yağlı, kıvrık bukleli saçlarıyla, kaftanlar giymiş, kollarında giysiler olan Yahudi satıcılar kalabalığın arasında dolaşıyor; kâh orada kâh burada mallarını methediyorlardı. (…) Fakat bir sonraki sokak köşesinde bir kaftan Yahudisi bizi durdurdu ve zor anlaşılır bir Almancayla fısıldayarak ona kışlık paltolarımızı satmamızı önerdi. ‘Parça başına İki Mork! Ananıza da onu kaybettik deyin…’ Ceketimin düğmelerini açmaya başlamıştı bile. Kendimi güçlükle kurtarabildim ve Fötsch’le birlikte koşmaya başladık. (…) Peşimizden bir sürü adam bağıra çağıra, kahkahalar atarak, kovalayarak geliyordu.”
Joseph Roth, 1920’li yıllardaki gözlemlerine dayanarak kaleme aldığı denemelerinden oluşan “Yahudiler Yollarda” adlı yapıtında Viyana ve Berlin’e göç etmiş Doğu Avrupalı Yahudileri anlatır. Roth yapıtının bu bölümünde sokaklarda dolaşarak ikinci el giysi satan bu Yahudi sokak satıcılarının ileride, günün birinde büyük mağaza sahibi olacaklarını ifade eder. Roth’un seyyar sokak satıcıları için öngörüde bulunduğu kitabı 1927 yılına tarihlidir ve içlerinden birinin vaktiyle küçük Hans’ı adamakıllı korkutmuş olduğu ‘kaftan Yahudileri’ dâhil “Ambarlar Mahallesi” sakinlerinin büyük çoğunluğunun yaşamları, az sayıda istisnalar dışında Nazilerin ölüm fabrikalarında son bulacaktır.
Yahudilere dost olan Saint Simoncu küçük bir grup bir yana bırakılırsa 19. yüzyılın önemli sosyalistlerinin çoğunun, Yahudileri, toplumsal asalaklığın cisimleşmiş hali olarak gördüğü söylenebilir. Charles Fourier bu Yahudi karşıtı sosyalizmin önde gelenlerinden biriydi. Pierre-Joseph Proudhon, Mikhail Bakunin gibi ilk anarşistlerde de güçlü bir Yahudi karşıtlığı vardır. Solun antisemitizmine güç veren önemli bir başvuru kaynağı da genç Marx’ın “gerçek Yahudi”yi, Yahudilere dair “pratik gereksinim”, “kişisel çıkar”, “para” ve “bezirgânlık” gibi klasik stereotiplerle tanımlamış olduğu erken dönem (1843) çalışması olan “Yahudi Sorunu Üzerine” başlıklı risalesidir.
Kişiselleştirilmiş bir kapitalizm anlayışı
Kapitalizm dünyanın her yerinde pek çok ortalama solcu tarafından sistemik, kişisel olmayan bir tahakküm ilişkisi olarak değil; daha çok seçkin bir çevrenin – sözgelimi ekonominin kaderini planlayıp kontrol eden elitlerin– bilinçli bir entrikası olarak anlaşılır ve tasavvur edilir. Kapitalizm bu kişilerce sonuç olarak “bir avuç para babası” veya “bir avuç oligarşi” tarafından temsil edilen bir sistem olarak algılanmaktadır. Bu kişiselleştirilmiş ve dolayısıyla kısaltılmış kapitalizm eleştirisinde anlaşılması kolay soru, bu çevrenin kim olduğudur. Bu bağlamda sık sık Yahudilerin şifresi olarak ‘Rothschildler’e, ‘Rockefeller’ler’e veya ‘Wall Street’e, Amerika’nın ‘Doğu Yakası’na işaret edilir. Daha çok propaganda amaçlı kaleme alınmış sol yazında “Yahudiler” sıklıkla egemen sınıfın, kapitalistlerin kişiselleştirilmiş hali olarak ve ajite edici bir biçimde “kan emici” “asalaklar/parazitler” olarak nitelendirilir. Bu tür yayınlarda “Yahudi sermayesi” veya “borsa Yahudileri” sıkça geçer; “Rotschild’ler Rockefeller’ler” –bizde “Koçlar, Sabancılar”– yinelenip durur. Kapitalizm böyle kişiselleştirildiğinde, haliyle ona karşı mücadele (antikapitalizm) de, kapitalist toplumun nasıl aşılabileceğine dair çözümler de basit olur: Büyük toprak sahipleriyle birlikte kapitalistleri, yani “parazitleri” ortadan kaldırmak, iktidara “Sosyalistleri/Komünistleri” getirmek yeterlidir. Oysa Marx’ın ekonomi politik eleştirisinde kapitalizmin gerçek anlamda ortadan kaldırılması, proleter emeğinin, yani sınıf olarak proletaryanın ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bütün bir ‘devlet sosyalizmi’ ya da “reel sosyalizm” deneyimi, sadece kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin ortadan kaldırılıp bunların yerine KP yönetiminde bir devlet aygıtının geçirilmesiyle bu toplumlarda sınıf olarak proletaryanın, onun emeğinin yarattığı artı değere el konulmasının ortadan kalkmayıp tersine sürdüğünü göstermektedir.
Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Almanya da dâhil olmak üzere bir tür ‘devlet sosyalizmi’ uygulanmış olan diğer reel sosyalist ülkelerde, halk arasında antisemit tutumların yanısıra antisemitik içerikli politikaların da izlendiği görülür. Stalin döneminde 30’lu yıllarda parti kadroları içinde büyük çapta yapılan ve “temizlik” adı verilen tasfiyelerin yanında ayrıca belirgin biçimde antisemitik karakterde tasfiyeler ve yargılamalar da yapılmıştır. Bunlardan en bilinen sonuncusunda (1951-53) “Siyonist doktorlar komplosu” olarak kamuoyuna sunulan davalarda güya Stalin’in sağlığına kastetmiş olan Yahudi doktorlar tutuklanıp yargılanmıştır. Bu türden son büyük dava 1952 yılında Prag’da, on biri Yahudi olmak üzere 14 parti görevlisine karşı açılır. Savcıya göre, “dünya Siyonizmi” “dünya kapitalizmine bin bir iplikle bağlıdır [. . . ]”. Sosyalist bir toplum kurma umuduyla Doğu Almanya’ya (Demokratik Almanya Cumhuriyeti/DDR) yerleşen Yahudi komünistlerin, “ajan/muhbir” “kozmopolit” gibi suçlamalarla yaşadığı düş kırıklıkları da bir yazar kolektifi tarafından kaleme alınan “Stalin Kalbimizi Kırdı” adlı kitapta ayrıntılı biçimde anlatılır.
1967’den itibaren radikal sol-sosyalist hareketler tüm dünyada yelkenlerine antisemit rüzgârları da alır. Radikal solun ABD’den sonra yeni düşmanı İsrail olur. Böylece ‘Tefeci-bezirgân Yahudi’ düşman imajı artık “ABD emperyalizminin ileri karakolu” olarak kolektif Yahudi ile değiştirilmiştir. İleride Kızıl Ordu Fraksiyonu’na (RAF) dönüşecek olan Batı-Berlin Tupamaro gerillaları tarafından 9 Kasım 1969’da tam da Nazilerin Kristal Gece’sinin 31. yıldönümünde Berlin’de Yahudi Cemaati Merkezi’ne, anma töreni sırasında patlatılmak üzere ayarlanmış bir bomba yerleştirilir; ancak bomba tesadüf eseri patlamaz. 13 Şubat 1970’te Münih’te çoğunluğu Holokost/Şoah’tan sağ kurtulan yaşlı insanların kaldığı bir Yahudi huzur evi kundaklanır ve 7 kişi ölür– bu eylemin/saldırının failleri bugüne kadar belirlenememiştir. “Kara Eylül” grubuna bağlı Filistinli gerillalar 5 Eylül 1972’de Münih Olimpiyatları sırasında olimpiyat köyünü basarak İsrailli sporcuları rehin alır; güvenlik güçleriyle çıkan çatışmalarda beş gerilla, bir polis ve on bir İsrailli sporcu ölür. O sırada Stuttgart yakınındaki Stammheim cezaevinde tutuklu bulunan Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucularından Ulrike Meinhof bu eylemi, “anti-emperyalist, anti-faşist ve enternasyonalist” bularak coşkuyla karşılayacaktır. Meinhof tarafından kaleme alınmış bir metinde Filistinli gerillalarla anlaşmadığı için “Nazilerin Yahudileri yaktığı gibi İsrail hükümetinin, sporcularını yaktığı”nın (vurgu bana ait) ifade edilmiş olması ilginçtir. 1972 yılında yargılanırken antisemitizmin tanımına ilişkin bir soruyu yanıtlarken, sonunda kendisini nasyonal sosyalist imha politikasını kısmi bir meşrulaştırmadan kurtaramadığı görülür. “Yahudiler” diyor Meinhof “ne olarak göründülerse, o olarak öldürüldüler – para Yahudileri olarak. Antisemitizm, doğası gereği anti-kapitalistti.” Ve devam ediyor: “Halka manipüle edilen bu antisemitizmde komünizm özlemi, paradan ve bankalardan kurtulmaya duyulan muğlâk özlem vardı.”
1976 yılında Filistinli ve Alman gerillaların birlikte Etiyopya’nın Entebbe havaalanına indirdiği uçakta yolcular arasından Yahudi olanları iki Alman militan tarafından seçilerek rehin alınırken Yahudi olmayan 102 yolcu serbest bırakılır. İsrail’den gelen özel birliğin düzenlediği operasyonla yedi hava korsanının tamamı öldürülür– bu operasyon sırasında ölen tek İsrailli güvenlik görevlisi olan özel birliğin komutanı, İsrail başbakanı Netanyahu’nun ağabeyi Yonathan Netanyahu’dur.
Türkiye’de radikal sol bir siyasal hareketin (THKP-C) önder kadroları Mahir Çayan ve yoldaşlarının, o sırada cezaevinde tutuklu bulunan ve idamla yargılanan yine bir başka radikal sol örgütün (THKO) liderlerini (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) kurtarmak için Mayıs 1971’de gerçekleştirdiği eylemin (Mahir Çayan’ın Kesintisiz’ine göre aynı zamanda silahlı bir propaganda) kurbanı da İsrail’in İstanbul başkonsolosu Efraim Elrom’dur. Ve burada da THKP-C’nin “öncü savaşçılar”ı tarafından, tutsak devrimcilerle takas etmek için kaçırılıp rehin alınacak kişi olarak İsrail başkonsolosunun seçilmiş olmasında da aynı denklemin işlemiş olduğu söylenebilir –THKP-C’nin duyurusuyla–: “Ortadoğu halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizminin maşası Siyonist İsrail’in Türkiye başkonsolosu ve de ülkemizdeki Siyonist hareketlerin organizasyonunda önemli rolü olan…”
Bitirirken tıpkı milliyetçilik ve cinsiyetçilik gibi yüzyılların ideolojisi olan antisemitizmin de sol-sosyalist hareket ve ideolojilere sirayet edebildiği ve zaman zaman onları da etkileyebildiği görülmektedir. Bir siyasal hareket, sol-sosyalist olduğu için, per se (kendiliğinden/doğal olarak) antisemitizmden münezzeh ve muaf olmuyor. Yakın geçmiş bize ekonomi, siyaset, ideoloji, kültür, gündelik hayat vb. her alanda tezahür edebilen ve eden antisemitik tutum ve anlayışların, sadece eğitim düzeyi görece düşük, geniş halk kitlelerini değil, sol-sosyalist hareketleri de pekâlâ etkileyebilme kabiliyeti olduğunu gösteriyor. Özellikle Hamas’ın 7 Ekim pogromundan sonra yaşanan süreçte Filistin halkına karşı İsrail iktidarınca yürütülen politikalar ve Gazze’de gerçekleşen kitlesel kıyım– bu kıyımı şiddetle protesto eden İsraillileri ve dünyanın her yerindeki Yahudileri kasıtlı biçimde görmezden gelerek– araçsallaştırılarak olan bitenler toptancı ve tek yanlı yorumlarla tüm İsrail’e ve İsrail halkına ve hatta ‘Yahudi finans kapitali’ ‘Yahudi dünya hâkimiyeti komplosu’ vb. etiketlerle (köktendinci İslamcılar) neredeyse dünyanın bütün Yahudilerine mal edilerek yüzyılların Yahudi karşıtlığının sadece Orta Doğu’da değil, tüm dünyada da her an kanlı bir antisemitizme (yeni 7 Ekim’ler) dönüşme tehlikesi söz konusu. Bu nedenle öncelikli olarak İsrail yönetimince gerçekleştirilen Gazze kıyımının bir an önce sonlanması ve kalıcı barışın tesisi için mücadelenin yanında ayrıca Yahudi düşmanlığını kimi antiemperyalist ve antisiyonist argümanlarla da donatarak bir bakıma bunu meşrulaştırmaya çalışan sol görünümlü biçimi de dâhil antisemitizmin her türlü tezahürüyle ve Yahudilere karşı bir nefret ve hınca yol açabilecek her türlü antisemitik söylemle çok yönlü ve ödünsüz bir mücadelenin verilmesi gerekmektedir.
Kaynak: Meriç Gök / Yeni Yaşam