“İsveç refah devleti, Sosyal Demokrat Parti’nin sınırlarını aşan çeşitli akımlar ve hareketler tarafından yürütülen bir sınıf mücadelesinin bir meyvesidir.”
Çevirmenin notu: İsveç’in neredeyse bir asır boyunca süregelen sosyal demokrat idari yapısı, uzun bir dönem boyunca insanca yaşamın sosyalizmsiz de mümkün olduğu yönündeki çarpık ve absürt iddianın temelini oluşturdu. Ancak bu yapıda zaman içinde yükselen neoliberal akımın etkisiyle çarpıcı bir dönüşüm yaşandı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönem özelleştirmeler, yağma ve sağcı popülist akımların yükselişine sahne oldu.
İsveç’in refah devleti sınıf mücadelesinin bir meyvesiydi
Kjell Östberg
22 Nisan 2024
İsveç sosyal demokrasisi genellikle minnettar kitlelere refah sağlayan, nazik reformist bir güç olarak idealize edilir. Ancak gerçekte, İsveç’in sosyal modeli, çatışma dolu bir sürecin ve günümüzde Sosyal Demokratlar tarafından reddedilen işçi sınıfı radikalizminin ürünüydü.
Neredeyse bir yüzyıl boyunca, uluslararası solun birçok temsilcisi, İsveç sosyal demokrasisini model olarak benimsemişti; tam anlamıyla sosyalist bir topluma ulaşmak için demokratik bir araç sunabileceğini umut ediyorlardı. Bu, kitlesel bir işçi hareketi, sağlam refah garantileri ve hatta 1970’lerdeki Meidner Planı gibi ekonominin kademeli olarak sosyalleştirilmesini öngören fikirler üzerine inşa edilmiş bir projeydi.
Ancak bu umutlar gerçekleşmedi. Bunun yerine, sosyal demokrasi, neoliberal dünya düzenine uyum sağladı ve geçmişte elde ettiği başarıların birçoğunu geride bıraktı. Sadece eski ideallerinden vazgeçmekle kalmadı, aynı zamanda işçi sınıfının önemli bir kısmı aşırı sağcı İsveç demokratlarına yöneldi. İsveç’in doğası gereği “ilerici” olduğu fikri artık eskide kaldı.
Tarihçi Kjell Östberg, The Rise and Fall of Swedish Social Democracy (İsveç Sosyal Demokrasisinin Yükselişi ve Çöküşü) adlı yeni İngilizce kitabında, bu değişimin nasıl gerçekleştiğini açıklıyor. Östberg’in çalışması, idealize edilmiş nazik reformizm kavramlarını sorguluyor ve işçi sınıfının onlarca yıl boyunca elde edilen kazanımlarının ardındaki toplumsal çatışmaları ve sonunda bu kazanımların nasıl erozyona uğradığını vurguluyor.
İsveç sosyal demokrasisi, siyasi tarihte özgün bir iz bıraktı. İsveç modeli, komünist planlı ekonomi ile serbest piyasa kapitalizmi arasında uzun süredir muazzam bir denge oluşturdu. Geçmiş yüzyıl boyunca, İsveç’te sosyal demokrat bir başbakan tam yetmiş beş yılın üzerinde görev yaptı. Fransız Cumhurbaşkanı George Pompidou’nun “Eğer biraz daha güneş ışığı olsaydı, İsveç bir cennet olurdu,” şeklinde dile getirdiği de söylenenler arasındadır.
Ancak öncelikle, refah, eşitlik, toplumsal uzlaşı ve cinsiyet eşitliği gibi konularda en ileri adımları atan İsveç’e yönelenler arasında farklı sosyalist çizgilerden gelen özneler bulunuyor. Dikkatleri üzerine çeken ve sıklıkla hayranlık uyandıran Sosyal Demokrat Parti, güçlü örgütlenmesi, belirgin siyasi konumu, ideolojik yenilikçiliği ve en önemlisi güçlü refah devleti için uygulamaya koyduğu program becerisiyle odak noktası oldu. İdeolog ve maliye bakanı Ernst Wigforss, sosyal mühendisler Alva ve Gunnar Myrdal, sendika ekonomisti Rudolf Meidner ve politikacı Olof Palme, her biri kendi tarzında, diğerlerinden biraz daha radikal bir Sosyal Demokrasiyi simgeliyordu. […]
Parti, hiç şüphesiz ki ulusal ve uluslararası sahnede yirminci yüzyılın en etkili siyasi aktörlerinden biri oldu. İşçi sınıfı içindeki hâkim konumu, yüz yıl boyunca belirgin oldu. Sosyal demokratların liderliğindeki sendikalar, genellikle sosyal demokratlara oy veren işçilerin yüzde 80 ila 90’ını kapsıyordu. Ayrıca, orta sınıfların geniş bir kesimi de partinin politikalarını destekliyordu. Bu geniş sosyal demokrat hareketi, olağanüstü bir şekilde iyi örgütlenmişti. Antonio Gramsci’nin ifadesiyle, kendi entelektüellerini yetiştirme ve eğitme kapasitesine sahip bir parti olarak öne çıkıyordu. Liderlik genellikle işçi sınıfından geliyordu ve liderler kısa sürede mücadelelere ve hareketlere önderlik etme konusunda geniş deneyim kazanmışlardı. […]
İsveç işçi sınıfının elde ettiği kazanımlar, sadece toplumda radikalleşme dalgaları ve yoğunlaşan grev dönemleriyle ilişkili değil, aynı zamanda artan toplumsal mücadelelerin ve yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasıyla da bağlantılıdır. Hemen hemen tüm önemli demokratik ve sosyal reformlar, sınıf mücadelesinin zirve yaptığı bu tür dönemlerle ilişkilendirilebilir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonrası demokratik reformlar, büyük ölçüde örgütsüz işçi kadınların önderliğinde gerçekleşen kitlesel açlık gösterilerinin doğrudan bir sonucuydu.
1930’larda başlatılan sosyal reformlar, toplumda yaygın grev hareketlerinin tehdidi, sendikal örgütlenmedeki artış ve kadınların çalışma hakları ve temel sosyal güvenlik için verdiği mücadelenin ortasında gerçekleşti. Dayanışmaya dayalı refah devletinin 1960’lar ve 70’lerdeki görkemli zirvesi, kadın hareketinin belirleyici bir rol oynadığı dönüşümcü hedeflerin peşinde koşan bir dizi yeni toplumsal hareketin ortaya çıkışıyla ve geleneksel işçi hareketinde, özellikle kendiliğinden gelişen grev dalgalarında ifadesini bulan güçlü bir radikalleşmeyle aynı döneme denk geldi.
Kuşkusuz, Sosyal Demokrat Parti bu süreçlerde genelde kayda değer rol oynamıştır. Adaletsizlikten ve sınıf baskısından arınmış bir toplum hayalleri kuran parti, monolitik bir yapıya bürünmemiştir. Birbirleriyle çatışan fikirler sürekli olarak karşı karşıya gelmiştir. Parti ve İsveç Sendikalar Konfederasyonu (LO) sık sık farklı görüşlere ve çıkarlara sahip olmuştur. Kadınlar, önyargılarla ve ataerkil yapılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Sosyal Demokrasi içinde, zaman zaman çatışan ve dış baskılara maruz kalan farklı katmanlar ve çıkarlar bulunmaktadır. İsveç sosyal demokrasisi, hareketin pek çok isteğini ve ideallerini uygulamaya geçirebilen yetenekli liderler tarafından her seviyede temsil edildi. Ancak aynı zamanda, özellikle kapitalizme meydan okumamak ve mevcut siyasi çerçevenin sınırlarına saygı göstermek gibi kısıtlamalar da getirdi.
Sonuç olarak, parti liderliği, kendini sıklıkla toplumsal hareketlerin dinamikleriyle çatışma içinde buldu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, işçileri sokaklardaki ve meydanlardaki mücadeleden uzaklaşmaya ve bunun yerine çabalarını yerel ve merkezi düzeydeki parlamenter meclislerde yoğunlaştırmaya, daha doğrusu daha derin bir demokrasi için mücadeleden vazgeçmeye ikna etmek için büyük çaba harcandı. 1930’larda parti, toplumsal hareketleri yeniden canlandırmada önemli bir rol oynayan çeşitli tonlardaki komünist ve sosyalistleri, iş dünyasıyla yakınlaşmalarını engellemeye yönelik izolasyon çabalarını artırdı.
1970’lerdeki radikalleşmenin gücü, kapitalizmin çalışma koşulları üzerinde söz sahibi olma hakkına meydan okuduğunda ve işçilerin işlerindeki güç dengesini sorguladığında, parti liderliği çekilmeyi tercih etti ve bütçe taleplerinin yerine dişsiz Ortak Karar Alma Yasası’nı geçirmeyi tercih etti. Wildcat grevlerine karşı mücadele edildi ve sosyal hareket aktivistlerin peşine adam takıldı. Neoliberal dönüşe karşı çıkış, yaygın sendikal protestolarla sonuçlandığında, parti liderliği karşı saldırıya geçti.
Özetle, İsveç refah devleti, Sosyal Demokrat Parti’nin sınırlarını aşan çeşitli akımlar ve hareketler tarafından yürütülen bir sınıf mücadelesinin bir meyvesidir.
Kaynak: Emre Köse / https://emrekose.substack.com/