Roxanne Dumbar-Ortiz
Çeviri: YDH
Yazar, makalesinde yerleşimci sömürgecilik kavramını ve tarihsel bağlamını, özellikle İsrail ve ABD rejimleri özelinde odaklanarak tartışmaktadır.
Bağımsız dergi Counter Punch’ta yayımlanan makalenin yazarı Roxanne Dumbar-Ortiz, köklü bir antisemitizm geçmişine sahip emperyal güçlerin Arap bölgesinin ortasında bir ABD karakoluna verdiği güçlü desteğin baştan çıkarıcı bir mit olduğunu ileri sürüyor ve Amerikan yerleşiminin mitik tınılarının yerli direnişiyle bölündüğü sonucuna ulaşıyor.
1956-57 yıllarında Oklahoma Üniversitesi’ne devam ederken Said Abu-Lughod adında Filistinli bir petrol mühendisliği öğrencisiyle tanıştım. Ağabeyi İbrahim Abu-Lughod Northwestern Üniversitesi’nde tanınmış bir profesör olacak olan Said, bana 1948’de İsrail devletinin kuruluşu sırasında İsrailli yerleşimcilerin ailesini Yafa’daki atalarından kalma evlerinden nasıl zorla çıkardıklarını anlattı. Bu olay sadece sekiz yıl önce, Said 12 yaşındayken gerçekleşmişti. Ailesi mülteci olarak Ürdün’e kaçmış. Said ayrıca bana Alfred M. Lilienthal’in yazdığı ve düşüncelerimi gerçekten değiştiren bir kitap verdi. Kitabın adı, İsrail’in Bedeli Ne? idi.
Şimdi Filistinli ve diğer tarihçiler tarafından yapılmış pek çok mükemmel çalışma var ama 1950’lerde buna benzer başka bir şey yoktu.
Ben daha sonra, Yaser Arafat ve büyük bir Filistin Kurtuluş Örgütü delegasyonunun da katıldığı 1983 Birleşmiş Milletler Filistin Konferansı’na katılırken yazarla tanıştım ve kendisine teşekkür edebildim.
Gençken yaşadığım bu deneyim, yerleşimci sömürgeciliği kavramıyla tanışmamı sağladı. Filistinlilerin kendi kaderini tayin ve geri dönüş hakkının bir destekçisi olmuştum.
Filistin, aynı zamanda beni tarih okumaya ve nihayetinde doktora tezimi New Mexico’da bugün hala önemli bir sorun olan İspanyol yerleşimci sömürgeciliği üzerine yazmaya iten şeydi. San Francisco Eyalet Üniversitesi’ne gitmek üzere 1960 yılında Oklahoma’dan ayrıldığımda, şehrin sömürgecilik karşıtı bir coşkunun yuvası, müdanasız bir yuva olduğunu tahmin etmiştim.
1968’deki ünlü grevlerden çok önceydi, ancak kampüste ABD Komünist Partisi’ne bağlı, çoğunlukla beyaz aktivistlerden oluşan çok görünür bir grup vardı. Güney’de gelişmekte olan Siyah sivil haklar hareketini destekleme gayretleri beni cezbetmişti ve evli ve yarı zamanlı çalışıyor olmama rağmen kampüsteki mitinglerine elimden geldiğince sık katılıyordum. Ancak onlar hakkında beni şaşırtan şey, İsrail rejiminnden övgüyle bahsetmeleriydi. Birçoğu oradaki sosyalist kibbutzimleri ziyaret etmiş, orada yaşamış ve bir süre çalışmıştı. Bu öğrencilerin çoğu Yahudi değildi; en iyi arkadaşım olan kişi Indiana’da işçi sınıfına mensup Yunan göçmeni bir aileden geliyordu.
Tıpkı ABD’nin kendisini “bir göçmenler ulusu” olarak övüp durması gibi, Siyonistler de Filistin’i ”topraksız bir halk için, halksız bir toprak” olarak övüyorlardı.
İsrail’e verdikleri destek, sonradan anladığım kadarıyla, yerleşimci-sömürgeci devletlerin geliştirdiği ve dayandığı baştan çıkarıcı mitolojinin simgesiydi. Bu gençler Holokost’tan kaçan Yahudi mültecileri korumak için kurulan bir devletin hikayesine kapılmışlardı. Ayrıca, Amerikan yerleşiminin mistik akorları, büyük ölçüde John F. Kennedy’nin “yeni sınır” söylemi nedeniyle o zamanlar güçlü bir şekilde yankılanıyordu. Göçmen torunu başkan seçildi ve gençlere ilham verdi. Kennedy Los Angeles’ta adaylığını kabul ederken şöyle diyordu: “Bu gece, bir zamanlar son sınır olan batıya bakarak duruyorum. Arkamda 3 bin mil boyunca uzanan topraklarda, eski öncüler burada, Batı’da yeni bir dünya kurmak için güvenliklerinden, rahatlarından ve bazen de hayatlarından vazgeçtiler. Bugün yeni bir sınırın kıyısında duruyoruz.” Genç öğrencilerin zihninde İsrail devleti bu vaadin bir kopyasıydı. Kuzey Amerika’da köylerinden ve yurtlarından sürülen Yerli halklar hakkında çok az bilgileri vardı ve Filistinlilerin varlığı hakkında daha da az bilgileri vardı.
Her ne kadar yerleşimci sömürgeciliğinin kuruluşunda keskin farklılıklar ve zaman dilimleri olsa da, süreci tanımlayan ortak bir konu var. Bunu anlamak için, tarihçi Lorenzo Veracini’nin yaptığı gibi, “yerleşimciler” ile “göçmenler” arasında ayrım yapmak faydalı olacaktır: Göçmenler mevcut siyasi düzenlere girerken, “yerleşimciler siyasi düzenlerin kurucularıdır” ve egemenliklerini de beraberlerinde taşırlar.
Uganda’da büyümüş Güney Asya kökenli bir akademisyen olan Mahmut Mamdani, Neither Settler Nor Native (Ne Yerleşimci Ne Yerli) adlı kitabında bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Avrupalılar göçmen olsalardı, Yeni Dünya’daki mevcut toplumlara katılırlardı. Bunun yerine, bu toplumları yok ettiler ve daha sonraki yerleşim dalgalarıyla güçlendirilen yeni bir toplum inşa ettiler.”
Yine de ABD kendisini “göçmenler ulusu” olarak kutluyor, tıpkı İsrailli Siyonistlerin Filistin’i “topraksız bir halk için halksız bir toprak”, dünyanın dört bir yanından gelen Yahudiler için bir vatan, bir mülteciler ulusu olarak kutlamaları gibi – ABD’nin “göçmenler ulusu” mitolojisini yansıtan söylemler. Mamdani, yerleşimci sömürgeciliğini görmezden gelen retoriğin, “sömürgeci ulus-devleti tahkim etme yönündeki gerçek projelerini gizlemek için kendilerini siyasi olmayan göç projesine gizleyen ABD ve İsrail gibi yerleşimci-sömürgeci ulus-devlet projeleri için elzem olduğunu” yazıyor.
“Yerleşimci sömürgecilik” terimi yakın zamana kadar icat edilmemiş olsa da, yerleşimci sömürgecilik uygulaması yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Bu uygulama 1948’de Filistin’de ya da aynı tarihlerde Hollandalı Afrikalıların Güney Afrika’da apartheid rejimini kurmasıyla başlamadı. 1607’de sömürgeleştirilmiş İrlanda’da “Ulster Plantasyonu “nun kurulmasıyla başlayan İngiliz sömürgeciliğinin bir icadıydı. Çok geçmeden Kuzey Amerika’nın Anglo kolonizasyonu için bir model haline geldi.
İki yüzyıldan kısa bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin kapitalist bir yerleşimci devlet olarak kurulması, Kuzey Amerika’nın Yerli uluslarını ve topluluklarını silmek, çiftliklerine ve otlaklarına şiddetle el koymak, yerlerine Anglo ve diğer Batı Avrupalı yerleşimcileri yerleştirmek ve devasa bir ekonomi yaratmak için yüz yıllık bir savaşın başlangıcına işaret ediyordu. Bu, Afrikalıların şiddet kullanılarak kaçırılması, köleleştirilmesi ve taşınması, Afrika’nın batı kıyısının neredeyse insansızlaştırılmasıyla mümkün oldu.
Anglo yerleşimciler ayrıca Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da koloniler kurarak yerli nüfusu etnik temizliğe tabi tuttular. Fransızlar ve İspanyollar ise Orta ve Güney Amerika’da, Karayipler’de, Pasifik’te ve en ünlüsü Cezayir olmak üzere Kuzey Afrika’da kendi yerleşimci kolonilerini kurdular.
Bu yerleşimci kolonilerinin hepsinin ortak bir amacı vardı: Nazilerin Lebensraum dediği şey, yani bir devletin ya da ulusun kendi doğal gelişimi için gerekli olduğuna inandığı topraklar. Bu başlangıçta Büyük Britanya’da kapitalizmin yükselişi ve plantasyon ile kar amaçlı tek ürün tarımının yaratılmasıyla bağlantılıydı. Britanya’nın Kuzey İrlanda’daki yerleşimci sömürgeciliği söz konusu olduğunda, bu tek ürün patatesti. Britanya’nın 1607’den itibaren Kuzey Amerika’da kurduğu 13 yerleşimci koloninin, köleleştirilmiş Afrikalıların emeğiyle, önce Avrupa’da pazarlanmak üzere tütün ve indigo (boya için), daha sonra da Karayip adalarının fethiyle birlikte köleleştirilmiş Afrikalıları beslemek için pirinç üretmesi gerekiyordu.
Batılı emperyalist fethin baskın biçimi olmasa da, yerleşimci sömürgeciliğin, Avrupa’nın Hindistan ve Afrika üzerindeki askeri ve idari kontrolü gibi diğer biçimlere göre belirgin avantajları vardır – ve sömürgeci ulusun biriktirdiği toprak, kaynak ve zenginlik açısından ölçüldüğünde, en etkili olanıdır. İngilizlerin İrlanda’yı sömürgeleştirmesi bunun nedenini açıklamaya yardımcı oluyor: İngiltere, topraksız İskoç, Galli ve Anglo yerleşimcileri İrlandalı çiftçilerin topraklarını gasp etmeye ikna ederek, İrlandalıları Kuzey İrlanda’daki küçük işletmelerinden tahliye etti – yerleşimcilerin ücretsiz toprakları zorla alma heveslerini sömürdü. Britanya’nın Atlantik ötesinde kolonileşmesiyle birlikte, topraksız Britanyalılar Kuzey Amerika’da da aynı şeyi yapmaya teşvik edildi. Yeni Birleşik Devletler, kuruluşundan sonra bir yüzyıl içinde kıtanın geri kalanını ele geçirmek için aynı yerleşimci-sömürgeci araçları kullandı.
Şiddetli antisemitizm geçmişleri olan bu emperyal güçlerin Arap bölgesinin ortasında bir Yahudi devletinin en güçlü destekçileri haline gelmesi tesadüf değildir. Ağır silahlı, Batı eğilimli bir devlet, yükselen Arap milliyetçiliği ve anti-emperyalist duygu dalgasına karşı çıkarlarını korumak için tam da ihtiyaç duydukları şeydi.
İsrail devletiyle doruğa ulaşan Yahudi yerleşimci sömürgeciliği, Filistin mandası altında İngilizler tarafından teşvik edilen bu daha önceki Anglo-yerleşimci kolonilerinin sıkıştırılmış bir versiyonuydu. Yahudiler, Hıristiyanlık ve İslam’ın yükselişiyle birlikte Yahudiliğin yeni tek tanrılı din dalları da dahil olmak üzere düzinelerce başka toplulukla birlikte bölgede her zaman yaşamışlardır. 19. yüzyılın sonlarında yükselen siyasi Siyonizm, tüm Yahudileri Filistin’e dönmeye ve Filistin’e hakim olmaya çağırıyordu.
14 Mayıs 1948’de Yahudi Ajansı Başkanı David Ben-Gurion, ABD Başkanı Harry Truman ve bir yıl sonra Birleşmiş Milletler tarafından hemen tanınan İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. Ancak Filistin’deki yerleşimci sömürgeciliği Yahudi Holokost mültecileriyle başlamadı. 1908 yılında İran’da petrol bulundu ve bu keşif Orta Doğu’yu bir asırdan fazla sürecek emperyal müdahale ve şiddete mahkum edecekti. İngiliz, Fransız ve ABD petrol şirketleri bölgeye hakim oldu. Şiddetli antisemitizm geçmişleri olan bu emperyal güçlerin Arap bölgesinin ortasında bir Yahudi devletinin en güçlü destekçileri haline gelmesi tesadüf değildir. Ağır silahlı, Batı eğilimli bir devlet, yükselen Arap milliyetçiliği ve anti-emperyalist duygu dalgasına karşı çıkarlarını korumak için tam da ihtiyaç duydukları şeydi. Britanya İmparatorluğu 1917’de Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak Filistin’de bir “Yahudi anavatanı” kurulmasını destekledi.
Balfour Deklarasyonu sırasında Yahudiler bölge nüfusunun yaklaşık onda birini oluşturuyordu. İngilizler Filistinli Arap çoğunluğa danışmadı. 1947 yılına gelindiğinde Yahudi nüfusu yaklaşık %33’tü. Buna rağmen, o yıl BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen bölünme planı onlara toprakların yaklaşık %55’ini verdi.
İsrail’in yerleşimci-sömürgeci bir devlet olarak anlaşılması hayati derecede önemlidir çünkü Gazze’deki mevcut çatışmayı yerleşimci-sömürgeci bağlamını anlamadan anlamak mümkün değildir. Tarihçi Raşit Halit’in gözlemlediği gibi, çatışma aynı topraklar üzerinde savaşan iki eşit ulusal hareket arasında değil, daha ziyade “çeşitli taraflarca yerli nüfusa karşı yürütülen ve onları kendi iradeleri dışında vatanlarını başka bir halka bırakmaya zorlayan bir sömürge savaşıdır.”